KALBİMİZİN SEZGİSEL ZEKASI
Son yaşadığımız ve halen yaşamakta olduğumuz bu dönem, hepimizde irili ufaklı bazı değişimlere sebep oldu. Hayatımız değişti, bakış açımız değişti, duygularımız değişti, alışkanlıklarımız değişti.
Kimilerimiz bu dönemi kurban rolünü seçerek ve hayıflanarak geçirdik, sanki dünyanın merkezi bizmişiz ve her şey bir tek bizim başımıza geliyormuş gibi… Her sabah söylenerek uyandık, sinirlenecek şeyler, suçlayacak insanlar bulduk. Mutsuz olmayı seçtik.
Kimilerimiz de hayatın bize getirdiklerini olduğu gibi kabul ettik ve bu şartlar altında, nasıl mutlu olabiliriz sorusunun peşinden gidip, çözümler ürettik. Yeni hobiler edindik, yürüyüş yaptık, kitap okuduk, kitap dinledik, kitap yazdık, resim yaptık, meditasyon yaptık, uzaktan eğitimler aldık, youtube izledik, Netflix izledik, blog yazmaya başladık😊 , evimizi temizleyip, düzenledik. Enerjimizi olumsuz etkileyen, fazlalıklardan arındık (hem eşya, hem insan bazında). Ya da, boş boş oturup huzur bulduk. Mutlu olmayı seçtik.
Bu dönemde, daha önce okuyup etkilendiğim ama işten, güçten odaklanmak için zaman bulamadığım özellikle bir konu vardı ki, bu dönemde tekrar zaman ayırabilme fırsatı bulabildim.
Konumuz, emojilerin (duygu işaretlerinin😲) şahı ‘kalp’!♥️💕💙🧡💖💜💝💚💘❣️🖤
Kalple ilgili bildiğim bazı şeyler vardı. Örneğin, annemizin karnındayken kalbimizin beynimizden önce oluştuğunu biliyordum. Hatta, büyük kızımız İpek’e hamile olduğumu öğrendiğimden çok kısa bir süre sonra bir düşük tehlikesi geçirmiş, ultrasoundla kontrol edildiğinde, o zaman sadece atan bir kalpten ibaret olduğuna ve hayata tutunmayı başarabildiğine, sevinç gözyaşlarıyla şahit olmuştum.
Kalbin kan pompalamak dışında bir işlevi olması gerektiğini tahmin edebiliyordum. Kalp acısı, kalp kırılması, birinin kalpsiz olması, gibi deyimlerin boşa ortaya çıkamayacağını, bazen insanın kalbinin fiziksel olarak acıdığını ya da öyle hissedildiğini, kendi deneyimlerimden de biliyordum. Kalp atışlarının heyecanlanınca artması, sakinleşince makul bir seviyeye gelmesi de kalbin duygularla ilişkisini tahmin etmek için yeterliydi. Kalp atışlarını hem tatlı heyecan ve mutluluklar artırabiliyordu, hem de korku, kızgınlık gibi olumsuz duygular.
Kalbin duygularla ilgili bir işlevi olduğu kesindi, ama bilimsel olarak bu durumun nasıl açıklandığını hiç merak etmemiştim. Bunun için de, kalbimizin duygularımıza göre değişen elektromanyetik dalgalar yaydığını, insan vücudunda en güçlü ritmik elektromanyetik alanın kalp tarafından yaratıldığını, kalbin manyetik alanının, beyninkinden 5 bin kat daha güçlü olduğunu, kalbimizden yayılan bu manyetik alanının vücudumuzdan birkaç metre uzaklığa kadar ölçülebildiğini hiç ama hiç bilmiyordum. Ta ki karşıma ‘Heart Intelligence – Kalp Zekası ‘ kitabı çıkıncaya kadar.
Bu kitaptan aldığım notlar, evimizi taşınacakmış gibi düzenleme, fazlalıklardan kurtulma sürecinde tekrar karşıma çıktı. Demek ki bu konuya tekrar dönmenin zamanı da gelmişti. Şimdi sizinle paylaşacaklarım aldığım bu notlardan:
Her birimizin kalbinde 40.000 sinir hücresi var. Beyindeki hücrelere benziyorlar ama beynimizde değil kalbimizdeler. İşlevleri itibari ile kalpteki beyin olarak isimlendiriliyorlar ve beynimizden bağımsız olarak öğrenme, düşünme ve hatırlama yeteneğine sahipler. Kalbimiz bizimle beyinimizdeki nöronlardan bağımsız olarak iletişime geçebiliyorlar ama biz çoğu zaman bunun farkına varamıyoruz. Çünkü dünyayı beynimizle algılama konusunda şartlanmış durumumdayız.
Sadece aramızdan bazı şanslılar, hayatlarının bir noktasında kalpleriyle bağlantı kurabiliyorlar, yani iç seslerini duyabiliyorlar. Başka bir deyişle kalplerinin sezgisel zekasıyla bağlantı kurabiliyorlar.
Kalbimiz ve beynimiz arasında sinyalleri taşıyan bir sinir sistemi yolu var. Bir bakıma, kalbimizin ve beynimizin “birbirleriyle” konuştuğunu söyleyebiliriz. Şaşırtıcı bir şekilde, kalbimiz beynimize, beynimizin kalbimize gönderdiğinden çok daha fazla sinyal gönderiyor.
Kalp ve beyin arasındaki iletişimin anlaşılması kalp atışlarımızdaki değişikliklerin ölçülmesi ile mümkün olabiliyor. (Heart Rate Variability – HRV)
Kalp atışlarımızın dalgalanmaları incelendiğinde, farklı kalıpların farklı duygusal durumları karakterize ettiği ortaya çıkmış.
Sevgi, takdir, merhamet gibi olumlu duygular hissettiğimizde, kalp atışlarımız çok düzenli hale geliyor ve bu değişim kalbin elektromanyetik alanına yansıyor. Bilim adamları bu durumu kalp ritmi düzenliliği olarak adlandırıyor.
Hayal kırıklığına uğradığımızda, korktuğumuzda, endişelendiğimizde, kızdığımızda ya da üzüldüğümüzde ise kalp ritimlerimiz düzensizleşiyor.
Kalbin beyne gönderdiği sinyallerdeki düzen, beynin performansını derinden etkiliyor. Eğer sinyaller düzenli ise kavrama, düzgün düşünebilme, sağlıklı iletişim kurma, karar verme, zorluklar karşısında yaratıcı çözümler üretme gibi işlevler kolaylaşıyor. Bu durum kalbimiz ve beynimiz arasında bir uyum olduğunu, her şeyin yolunda olduğunu gösteriyor.
Aksi durumda ise zorlaşıyor.
Hiç olumsuz bir duygu yaşarken , örneğin kızgınken, üzgünken, sevdiğiniz birine söylememeniz gereken bir şey söylediğiniz ve sonradan pişman olduğunuz bir durum yaşadınız mı? Ben yaşadım.
Çoğumuz kalbimizin ve beynimizin birlikte mükemmel bir uyum içinde çalışmasının, akış içinde olmanın nasıl bir his olduğunu zaman zaman deneyimlemişizdir. Kalbimizin ve beynimizin yarattığı bu sinerji deneyimine bayılıp, hayran olsak da bu deneyimler çoğu zaman tesadüfidir, bilerek ve isteyerek bu deneyimi nasıl yaratacağımız hakkında bir fikrimiz yoktur.
Bu uyum ve akışta olma halini, gündelik iletişimimizde, projelerimizde, karşılaştığımız zorluklarda bilerek ve isteyerek yaratabileceğimizin müjdesini verebilirim.
Evet doğru okudunuz. Kalbimiz ve beynimiz arasındaki bu enerjiyi nasıl aktive edebileceğimizi ve sürdürebileceğimizi kolaylıkla öğrenebilir ve yaşamımızda kalbimizin sezgisel zekasını kullanmayı başarabiliriz.
Çok basit bir uygulama, bize kalbimizin sezgisel zekasını kullanma imkanını veriyor.
‘Kalp odaklı nefes’. Denemesi bedava ve kolay😊
Ne zaman isterseniz bu nefes çalışmasını yapabilir ve çok kısa sürede dengelendiğinizi, enerjinizi yükselttiğinizi hissedebilirsiniz. Bu da kalbinizin sezgisel zekasını kullanabiliyor olmanız anlamına geliyor.
‘Kalp Odaklı Nefes’ Çalışması:
Dikkatinizi kalbinize odaklayın. Normalden biraz daha derin nefes alın. 5 saniyede alın , beş saniyede verin mesela… Odak noktanızı korumanıza yardım etmek için elinizi kalbinizin üzerine getirebilirsiniz.
Şimdi kalbinize nefes aldığınızı ve kalbinizden nefes verdiğinizi hayal edin. Şimdi de çok sevdiğiniz birine sarıldığınızı hayal etmek gibi, olumlu duygular hissetmenizi sağlayacak bir durum içinde olduğunuzu hayal edin.
Artık kalbiniz ve beyniniz çok daha uyumlu. Bu uygulamayı istediğiniz sıklıkta tekrarlayabilir ve kalbiniz ve beyninizin artan uyumunun hayatınıza sağlayacağı katkıların keyfini çıkarabilirsiniz.
Sonuçlarını paylaşmayı ihmal etmeyin.
Kaynak: Heart Intelligence, Connecting with the Intuitive Guidance of the Heart — By Doc Childre, Howard Martin, Deborah Rozman Ph.D. and Rollin McCraty Ph.D.
Mutlu musunuz?
Mutluluk nedir?
Bir sonuca verilen duygusal bir tepki mi?
- İstediğimi alırsam,
- hayal ettiğim evde oturursam,
- şu iş teklifini alırsam,
- terfi edersem,
- sevgilim olursa,
- evlenirsem,
- çocuğum olursa,
- tatile gidersem,
- ….
- ….
- ….
mutlu olurum, ‘yoksa geçmiş olsun’ gibi bir durum mu?
Ve eğer mutluluk buysa, sürdürülebilir mi?
Mutlu olmak için belirli bir sonuca ihtiyacımız varsa, bu sık sık hayal kırıklığına uğrayacağımız ve sonuçta çoğu zaman mutsuz olacağımız anlamına geliyor. Hayatımız boyunca, istediğimiz bir sürü şey olmuyor, ya da istediklerimiz olsa da, bize verdiği heyecan ve mutluluğu çok kısa sürüyor. Hemen, başka bir şey için yoksunluk hissi yaşamaya başlıyoruz ve bu yeni istediğimiz şey her neyse ona ulaşmadan mutlu olamayacağımızı düşünüyoruz. Kendimiz için koyduğumuz mutluluk çıtasını da devamlı yükseltiyoruz. Anlayacağınız, neden- sonuç ilişkisine bağlı bir mutluluk sürdürülebilir değil.
Mutluluk, bir oluş hali bence. Hayatınızdan hayat size ne getirirse getirsin memnun olma hali de diyebiliriz belki. Yani ya mutlusunuzdur, mutlu olmayı bilerek, isteyerek seçmişsinizdir, hayat size ne getirirse bunu açık yüreklilikle ve doğallıkla karşılar, direnç göstermez, hayıflanmazsınız. Atılacak bir adım varsa atar, öğrenilecek bir ders varsa cebinize koyar yolunuza devam edersiniz. Nasıl hissedeceğinizin sorumluluğunun tamamen sizde olduğunu bilerek…
Ya da tam tersi, başınıza gelen olayların yarattığı olumlu ya da olumsuz duygularla oradan oraya savrulursunuz. Bir şey olur, tepki verirsiniz, başka bir şey olur başka bir tepki verirsiniz. Aklınıza bir şey gelir üzülürsünüz, trafikte biri önünüze atlar, kimyanız bozulur. Bir akışta olma hali ama farkında olmadığınız, dümeni olmayan kontrolünüz dışında olan bir akış.
Yan yana duran iki kişi aynı şeye, tam olarak aynı duruma bakabilir ve iki farklı gerçekliği görebilir. Bu iki kişi aynı durum hakkında bir birinden tamamen farklı iki hikaye anlatabilir ve her ikisi de haklı olabilir.
Çok klişe ama bir o kadar da cuk oturan, çoğumuzun kendini özdeşleştirebileceğini düşündüğüm bir durumu gözünüzün önüne getirin.
Diyelim ki trafikte sıkıştınız. ‘Tampon tampona’ bir trafik (Kaan Taylener, Max FM dinleyicileri bilir). Kimse hareket etmiyor, ne olduğunu göremiyorsunuz, ne kadar beklemek zorunda kalacağınızı hayal edemiyorsunuz.
Ne yapardınız, neler geçerdi aklınızdan, neler hissederdiniz?
- Bu yolu seçtiğiniz, daha erken yola çıkmadığınız, kaçabilecek şeritte olmadığınız için kendinize kızar mıydınız?
- Stres seviyeniz tepeye mi çıkardı?
- Kendinizi bu duruma maruz kalan bir kurban olarak mı görürdünüz?
- İçinizden, ‘ne bahtsız bir insanım, zaten hep benim başıma gelir böyle şeyler’ cümleleri mi geçerdi?
Ya da, durumu değerlendirdikten ve durumu değiştirmek için yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığını algıladıktan sonra,
- Dinlemeyi en çok sevdiğiniz podcastlerden birini mi dinlerdiniz?
- Uzun süredir aramak isteyip arayamadığınız bir arkadaşınızı ya da sesinizi duymaktan çok mutlu olacak bir yakınınızı aramayı mı seçerdiniz?
- İçinizden geçenler, ‘madem durum bu, bari keyifli geçireyim’ gibi bir şey mi olurdu?
Her iki durumda da başa gelen şey bire bir aynı.
Hangisinde, kontrol bizde, hangisinde bizim dışımızda olan olaylarda?
Durumlar mı duygularımızı yönetiyor, biz mi?
Hangisinde daha güçlüyüz?
Hangisinde daha memnun ve mutluyuz?
Duygularımızdan, mutlu ya da mutsuz oluşumuzdan kim sorumlu?
Aynı senaryo, tamamen farklı iki reaksiyon, iki ayrı gerçeklik…
Düşüncelerimiz, zihnimizin ürettiği kontrolümüz içinde olan şeyler gibi görünse de aslında durum hiç de öyle değil. Adeta karın gurultusu gibi… Onları, bizim dikkatimiz için seçmelere giren oyuncular gibi hayal edebiliriz.
Aklımıza gelen türlü çeşitli binlerce düşüncenin kontrolü bizde olmasa da, onlara dikkatimizi verip vermemek bizim elimizde. Ve biz ancak onlara dikkatimizi verdiğimizde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Biz dikkatimizi vermezsek, o düşünceyle kendimizi özdeşleştirip sıkı sıkı tutunmazsak, ‘puf’ yok olup gidiyorlar.
Bizi mutlu eden düşünceler de seçmelere giriyor, mutsuz edenler de… Seçmelerde karar verici biz olduğumuza göre, duygularımızın kontrolü elimizde !
Zaten dünyada bugüne kadar var olan en gelişmiş canlı olup da, başımıza gelen olayların ya da karşılaştığımız durumların karşısında, çaresizce oradan oraya savrulmak dışında bir seçeneğimiz olmaması çok mantıksız olurdu.
Sadece çoğumuz, bu güce sahip olduğumuzun farkında olmuyoruz. Yeterince burnumuz sürtüldüğünde, yeterince acı çektiğimizde ve bunda bir terslik olmalı deyip, bir çıkış yolu aradığımızda ve bu durumu değiştirmek için adım attığımızda, gözümüzün önündeki filtreler bir bir açılmaya başlıyor. (Acı çekiyorsanız doğru yoldasınız:))
Okuduğumuz bir kitap ya da makalede, izlediğimiz bir videoda, dinlediğimiz bir podcastte duyduğumuz bir cümle, tam da ihtiyacımız olduğu anda o sonsuz olasılıklarla dolu muhteşem hayatımızın kapısının anahtarı olarak karşımıza çıkabiliyor.
Kendi gerçekliğimizi yaratma gücüne sahip olduğumuza yürekten inanıyorum. O anahtarı bulduğunuzda kapıyı açma ve içeriye atlama cesareti ihtiyacımız olan tek şey. Görmek isteyene sadece tek bir anahtar da yok, her yer anahtar dolu.
Tek yapmamız gereken gözümüzü kocaman açmak, filtrelerden birer birer kurtulmak, farkındalıkla ve sorumluluğun sadece bizde olduğunu bilerek yaşamak.
İki Seçenek
‘Sadece, gözümle gördüğüme, kulağımla duyduğuma inanırım’ diyenlerden olmadım. Kendimi bildim bileli, içimden bir ses hep ‘daha fazlası olmalı’ deyip durdu.
Çocukken kendi kendime kaldığım ve tamamen içime döndüğüm küçük zaman dilimlerini hatırlıyorum.
Tamamen sessiz, hareketsiz durur, nefes aldığımın, yaşadığımın, var olduğumun farkına varır, buna inanamaz, tarif edilemez bir sevinç ve mutluluk duyardım…
Nedendir bilmiyorum…
Nasıl zamanlarda bu durumu yaşardım, hiç hatırlamıyorum…
‘Daha fazlası olmalı’ hissimin tohumları, bu kısacık, adeta mucizevi anlarda atılmış olmalı.
Sonrasında da, sanıyorum bu muhteşem hissi, hayat koşturmacasında, çocuk, öğrenci, çalışan, yönetici, eş, anne ve daha bir sürü rollerim arasında, aralarda, derelerde yakalamaya çalıştım.
Herkes gibi , 13 Mart’ta durdum.
İçinde bulunduğum hız, hop diye durabilecek gibi değildi. Bir süre evde koşturmalarıma devam ettim. Günümün her dakikası, her saniyesi verimli geçmeliydi. Üretmeliydim, düzenlemeliydim, okumalıydım, izlemeliydim, spor yapmalıydım, asla boş oturmamalıydım.
Sonra yavaş yavaş dengelendim, yavaşlamanın tadını çıkarmaya başladım…
Dinlediğim, izlediğim, okuduğum şeylerde karşıma tekrar tekrar çıkan mesajlar oldu. Çoğunu daha önceden okumuş ya da birilerinden dinlemiştim ama ilk defa üstünde düşünecek ve algılayacak zaman bulabildim.
Bütün bu dinlediklerimden şu duruma benzer bir şey anladım:
Kendimizi bir bilgisayar olarak düşünelim.
Doğduğumuzda, sistemimizde yüklü işletim sistemi mükemmel… Sevgi, huzur, neşe programları yüklü… (Fabrika ayarları)
Ama biz büyüdükçe, kaynağı belli olmayan ama bir zararı olmaz diye yüklenen programlar (korkular), kötü amaçlı yazılımlar (önyargılar) , virüsler (engelleyici inançlar) işletim sistemimizi doğru dürüst çalışamaz hale getiriyor. Er ya da geç arıza vermeye başlıyoruz.
Bu durma durumu nedeniyle de, iki seçenek ortaya çıkıyor:
- Durumdan şikayet etmek, söylenmek, kızmak, isyan etmek, sabırsızlanmak, kötü hissetmek, başkalarını suçlamak…
- Olanın olduğu gibi olmasına izin vermek. Rezistans göstermemek. Bu durumu bir fırsata çevirmek, sorumluluğu almak, bilgisayarı resetlemek, gereksiz programlardan kurtulmak, virüs koruma programlarını kurmak, sistemi zorlayan hafızayı gereksiz dolduran verilerden kurtulmak ve bilgisayarı artık tertemiz tutacak kararlılıkta olmak…
Ben ikinciyi seçtim. Çok iyi geldi. Tavsiye ederim.
Bilinç Akışımın Yansımaları
Yazmaya başlamak, yazarken kendi bilinç akışımın şahidi olmak bana yaşam sevinci verdi. Yaşam sevincim eksik değildi, ama ‘bir tık’ arttı hayatımdaki heyecan ve coşku. Bu benim için bir ilk.
Bir önceki yazımı okuyup (tıklayınız) , en heyacanlı yerinde kesmişsin, devamı gelecek değil mi diyenlere, (valla oldu😃) cevabım, ‘evet’. (Yazımı bekleyemeyecek kadar sabırsız olanlar bkz. Matrix ).
Şu anda, kulaklarımda kulaklıklarım (sesli okumayı denesenize🤣), Youtube’dan Creative Music For Writing (Binaural Beats) dinliyorum😂. Bakalım faydası olacak mı? Kelimeler kolayca yerini bulacak mı?
Bu yazı yazma işi mükemmeliyetçilik girdabına girer ve benim için bir işkence haline gelip ve günümün yarısını alırsa, benim gibi verimlilik manyağı biri için çok da sürdürülebilir olmaz. Bunun farkındayım.
Bugüne kadar çok sayıda teklif, elektronik posta mesajı, alışveriş listesi, yapılacaklar listesi, dilekçe gibi fonksiyonel yazıların dışında, iletişim kurmakta zorlandığım kendimi ifade edemediğimi düşündüğüm, ya da konuşurken yanlış anlaşılmaktan korktuğum durumlarda yazmayı tercih ettim. ‘Bilenler bilir’ diye havalı bir cümleyle devam edebilirim, ama ya bir, ya da ikidir. Gerçekten çaresiz hissetmişimdir, kendi kendime çözememişimdir.
Çoğu zaman da sadece yazmak yetmiştir, muhatabının okumasına gerek bile kalmadan. Siz de deneyin kesinlikle işe yarıyor.
Hayatımda ilk kez; bilinç akışımın yansımalarını, öncelikle kendim için, ama birileri okursa da mutluluk duyacağım yazılarla aktarayım istedim. Bu arada ‘bilinç akışı’ gibi büyük laflar edince, böyle bir şey var mı diye de araştırdım. Bilinç akışı bir edebi teknikmiş. (Breh breh breh 😁)
‘Yaz kendi kendine, neden ortaya yazıyorsun?’ diye de düşünmedim değil, ama paylaşmak istedim belli ki. Niye kendi kendimin üstüne geliyorum ki?
Bu da böyle bir yazı oldu 😃
Bir kullanım kılavuzumuz bile yok…
Bugün pazar, iç konuşma günüm olsun, ama içimde kalmasın…
——
Dünyadaki en gelişmiş en karmaşık canlıyız, ama bir kullanım kılavuzumuz bile yok.
Aslında olmuş olsaydı bile, yeterince acı çekmeden, burnumuzu sürtmeden, bir yerimiz arızalanmadan, kalbimiz kırılmadan, hayal kırıklıkları yaşamadan, acılar çekmeden, işimizden nefret etmeden, sevdiğimizi işimizi kaybetmeden, açıp okumazdık.
Yuvarlanır giderdik. Hiç sorgulamadan, merak etmeden, araştırmadan…
Önümüzdeki engeller aşmamız, aşarken büyümemiz, büyürken fark etmemiz, fark ettiklerimizi anlamamız, anladıklarımızı uygulamamız ve sonunda olmamız için.
– Ne olmaya çalışıyoruz?
– Kendimiz.
– Zaten kendimiz değil miyiz?
– Zihnimizin yarattığı bir versiyondan ibaretiz.
– Zihnimizin yarattığı versiyonun nesi var?
– Gerçek değil…
– Gerçek olan ne?
…
– Kırmızı hap?…
Merhaba Dünya!
İlk yazım, az, öz, hayırlı ve uğurlu olsun:)